KENDİME YAZILARIM
Türkiye sosyolojisi siyaset ekonomi tarih felsefe ve genel kültür düzeyinde makaleler

Halil cibran Tanrının merhameti

Halil Cibran Tanrının merhameti, Tanrının merhameti nasıl tecelli eder
Tanrinin-merhameti-nasıl-tecelli-eder
Tanrının merhameti

Halil Cibran, Lübnan kökenli bir şair, yazar ve ressamdır. Onun en tanınmış eseri "Ermiş" isimli kitaptır. Bu eserde, hayatın anlamı, aşk, evlilik, çocuklar, özgürlük, dostluk, güzellik ve ölüm gibi temalar üzerine felsefi ve mistik düşünceleri dile getiren bir ermişin öyküsü anlatılmaktadır..

Tanrının merhameti nasıl tecelli eder?

Cibran'ın yapıtları, Doğu ve Batı kültürlerinin birleşimi olarak kabul edilebilir. Hem Hristiyan hem de İslam geleneklerinden etkilenen Cibran, aynı zamanda evrensel bir maneviyat ve insan sevgisi mesajı yaymıştır.


Cibran, şiirlerinde ve metinlerinde sıklıkla Tanrı'ya gönderme yapar. Tanrı'yı bir baba, dost, sevgili, sanatçı ve kaynak olarak betimleyen Cibran için Tanrı'nın şefkati sınırsızdır ve tüm canlıları kapsar.

Cibran şöyle söyler:

  • Tanrı'nın merhameti, yeryüzündeki her varlığı sarar; 
  • O'nun merhameti, güneşin ışığı gibi hem iyiye hem kötüye ulaşır.
  • O'nun merhameti, yağmur damlaları gibi hem zengine hem fakire dokunur.
  • O'nun merhameti, rüzgarın esintisi gibi hem güzele hem çirkine değer.

Halil Cibran'a göre, Tanrı'nın merhametini kavrayabilmek için insanın kendisini temizlemesi ve yükseltmesi şarttır.


İnsan, Tanrı'ya ne kadar yaklaşırsa, O'nun sevgisini ve keremini o kadar derinden hisseder.
İnsan, Tanrı'ya ne kadar teslim olursa, O'nun iradesine o kadar uyum sağlar.
 
Cibran şunu belirtir:

Tanrı'nın merhametini görebilmek için gözlerinizi açın, onu duyabilmek için kulaklarınızı açın.
Tanrı'nın merhametini tadabilmek için dudaklarınızı açın, onu koklayabilmek için burnunuzu açın.
Tanrı'nın merhametini hissedebilmek için kalbinizi açın.


Cibran'ın bu sözleri, Tanrı'nın merhametinin her an ve her yerde mevcut olduğunu anımsatır.
Bize, Tanrı'nın merhametinin yalnızca bir inanç meselesi olmadığını, aynı zamanda yaşanılabilir bir deneyim olduğunu gösterir.
Ayrıca, Tanrı'nın merhametinin sadece bir nimet olmakla kalmayıp, aynı zamanda bir yükümlülük de olduğunu öğretir.


Halil Cibran'a göre Tanrının merhameti nasıl tecelli eder


Uzak diyarlarda bir prens, halkını haberdar etmek amacıyla toplanan büyük kalabalığa sarayının balkonundan şöyle seslendi:

-- Ey benim soylu ailemin adını taşıyacak ve sizlerin de onunla gurur duyacağınız yeni bir prensin doğumunu, bu büyük ve şanlı ülkenin her bir köşesine müjdelerim. 
Bu prens, büyük ve asil atalarımızın mirasını devralacak yeni nesildir ve bu âlemin parlak geleceği onun omuzları üzerindedir. 
Sevinçle kutlayın, şarkılar söyleyin!

Şehir meydanında toplanan kalabalık, sevinç ve şükran dolu seslerle yankılandı.
Heyecanlı şarkılarla gökyüzünü doldurarak.
Bedenleri sömüren ve ruhları ezen, zayıfların üzerinde acımasızca egemenlik kuracak yeni zalime hep bir ağızdan övgüler yağdırdılar.

Yeni doğan prensin geleceği adına.
Yeni Emir'in onuruna, insanlar şarkılar söyleyip, kendilerini kaybedene kadar kutlama yaptılar.

Bu sırada, eş zamanlı olarak,
Krallık ülkesinde, çok da uzak olmayan bir yerde,
Dünyaya yeni bir çocuk daha geldi.

Meydanda toplanan kalabalık,
Gür seslerle, potansiyel bir despot için övgü şarkıları söylerken,
Tanrının melekleri, insanların hatalarını telafi etmek için hizmet ederken, bir kadın hasta yatağında düşünüyordu.

O, çoktan terk edilmiş eski bir harabede,
Bebeğini çaputlardan yapılmış bir kundağa sarmış,
Sert yatağında yatarken, açlıktan ölmek üzereydi.

Biçare bir kadın.
Çıkar peşinde koşan ve bağnaz insanlar tarafından ihmal edilmiş, yoksul ve perişan bir genç kadın;
Sevgili kocası Prens'in güçleri tarafından düzenlenen ölüm tuzağına düşmüş.

Tanrı'nın lütfu. O karanlık gecede, hayatta kalma mücadelesini sürdürebilmesi için ona küçük bir dost gönderdiği yalnız bir kadındır o.

Meydandaki sahte ve coşkulu kalabalık dağıldığında ve etrafa sessizlik hakim olduğunda,
Yoksul ve perişan kadın, açlıktan ve yoksulluktan bitap düşmüş sesiyle bebeğini kucağına aldı ve ona sordu:

-- Evladım, niçin ruhlar âlemini terk edip benimle dünyanın acılarını paylaşmaya geldin? niçin melekleri ve geniş semaları geride bırakıp, acı, zulüm ve merhametsizlikle dolu bu sefil insan dünyasına geldin? Gözyaşlarım dışında sana verebileceğim bir şey yok, seni süt yerine gözyaşlarımla mı beslemeliyim?

-- Giydirebileceğim hiçbir giysim yok.
-- Bu titreyen çıplak kollarım seni sıcak tutabilir mi?

Gece indi, dağlarda meralarda otlayan küçük hayvanlar güvenle döndüler kulübelerine;
Bağlarda bahçelerde arpa taneleri toplayan o küçük kuşlar bile ağaç dallarının arasında sakin uyuyabilecek yeri varken.

-- Peki ya senin yavrum, tükenmez bir sevgi dolu lakin yoksul annenden başka bir sevin var mı?

Sonrasında yorgun aç ve bitap vaziyetteki kadın, solmuş göğsüne bebeği aldı ve iki bedeni tek bedene sığdırmak istercesine onu kollarının arasına alıp sıktı.
Ve acıyan gözlerini yavaş yavaş gökyüzüne çevirerek bağırdı:

-- Ey büyük Allah'ım benim talihsiz yoldaşıma merha­met eyle!

Ve o an oldu.

Göz kamaştıran parlak bir ışık, gökyüzünde yüzünde bulutlar, süzülen ay, yoksul eve sızan ışıklarıyla iki cesedin üzerini aydınlattı.

Halil Cibran'dan