-->
zWZ3ZJ90R4zzhbql6NUZDSuEAK5vmsQ96TEJw5QR
Bookmark

SULTAN ALP ARSLAN KİMDİR

Sultan Alp Arslan kimdir

 Sultan Alp Arslan kimdir

Alp Arslan Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı (D. 20 Ocak 1029 - Ö. 25 Ekim 1072). Horasan Meliki Çağrı Bey’in son eşinden doğmuş oğludur. 

Amcası Tuğrul Bey’in yerine Selçuklu hanedanının ikinci hakanı ola­rak 27 Nisan 1064 tarihinde tahta geçmişti.

Sultan Alpaslan, 1070’de Halep’e yürürken güzergâhındaki Diyarbekir'e de uğradı. 
Şehre geldiğinde onu bölgenin o dönemdeki emiri Mervanoğlu Nasr karşıladı. 
Emir, ona Halep seferi için 100 bin altınla beraber hediyeler verdi. 
Alpaslan, surların sağlamlığını görerek elini sura sürüp sonra teberrüken eliyle göğsünü sıvazladı. 

Bu burç, Dağkapı'nın batı burcudur. 
Alpaslan'ın Malazgirt'teki büyük zaferini kazanan kahraman ordusunda binlerce (birtakım kaynaklara nazaran on binlerce) Diyarbekirli de vardı.

Alpaslan, hemen hemen küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey’in hastalanması üstüne devletin yönetimini ele alarak Gazneli saldırılarını durdurmuştu. 
Yine babasının sağlığında Karahanlılara (1049) ve Gaznelilere karşı (1058) zaferler kazanması, aslına bakarsan Çağrı Bey’in son yıllarında veliaht sıfatıyla yö­nettiği Horasan Selçuklu Devleti’nde ve hatta bütün Selçuklu topraklarında bü­yük bir saygınlık kazanmasına yol açmıştı. 
Bu nedenle Çağrı Bey’in Ağustos 1059’da ölümü üzerine Horasan Meliki oldu.

Alpaslan, amcası Sultan Tuğrul Bey arka­sında evlât bırakmadan ölünce, onun va­siyeti üzerine tahta çıkarılan Süleyman’ın sultanlığını kabul etmemiş ve derhal onunla mü­cadeleye girişmişti. 

Tuğrul Bey’in ölümü üzerine başkaldırı eden Huttalan ve Sâgâniyan emir­leri ile Herat’ta bulunan amcası İnanç Yabgu üstüne yürümek mecburiyetinde bırakıldı. 

Âsi emirleri itaat dibine aldıktan sonra İnanç Yabgu’yu da yenerek taht üzerindeki hak talebinden vazgeçiren ve onu tekrar eski yerinde bıra­kan Alpaslan, büyük bir ordu ile impa­ratorluk başkenti Rey’e doğru hareket etti. 

Ancak onun bu meşguliyetinden ötürü gecikmesi sırasında kendi adına hutbe okutarak sultanlığını duyuru eden Kutalmış, 50.000 benlik ordusuyla Rey üstüne yürümüş ve karşısına çıkarılan kuvvetleri bozguna uğratmıştı. 

Tah­ta çıkarılan Süleyman ise sultanlığını kabul etmeyen rakiplerine gore kendi za­yıflığını ayrım ederek daha önce Rey’i bırakıp Şiraz’a çekilmişti.

 Alpaslan’ın hükümet merkezine girmesi üstüne İsfahan’a kadar ilerlemiş olan Kirman Meliki Kavurd kendi top­raklarına geri döndü ve Alpaslan adına hutbe okuttu. 

Alpaslan’ın Rey’de tahta çıkmasından ve adına hutbe okutup sik­ke kestirmesinden sonra saltanatı, Ab­bâsî Halifesi Kâim Biemrillâh tarafınca da törenlerle onay ve ilân edildi.

 Alpaslan, hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne doğru büyümesine daha fazlaca önem ver­miş; batıda fetih, doğuda ise çoğu zaman asayişi sağlamak amacıyla harekâtta bulun­muştur. 

Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey’in kırk beş sene önce Bizans top­raklarına yapmış olduğu akınlar esnasında keş­fedilen Doğu Anadolu yaylalarının Türk­menler için en müsait yerleşme alanı ola­rak görülmesidir. 

XI. Yüz­senenin başlarından itibaren aralıksız sürege­len göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin derhal her tarafına dağılan ve yer yer toplumsal rahatsızlıklara da sebebiyet ve­ren bu Türkmenlerin alışkın oldukları koşullara müsait bir memlekete yerleşti­rilmeleri gerekiyordu.

Alparslan, evlatları ara­sında en çok sevdiği Melikşah ile Ho­rasan’dan getirmiş olduğu eski veziri Nizâmülmülk ile beraber Rey’den Azerbaycan’a doğru hareket etti. 

Yol süresince fetihlerini sürdürerek eriştiği Doğu Anadolu’da Bizanslıların elinde bulunan, bölgenin en korunaklı kenti Ani’yi kuşattı. 16 Ağustos 1064 tarihinde bu şehir Selçukluların eline geçti.  

Alpaslan, Kirman Meliki Kavurd’un isyankâr tutum takındığı haberini alınca, Doğu Anadolu’daki hare­kâtını yarım bırakarak Rey’e döndü ve Aralık 1064’te oradan Hemedan’a geçti. Kavurd’un af dilemesiyle sonuçlanan bu olaydan sonrasında, Horasan Melikliği sıra­sında oturmuş olduğu Merv’e giden Alpaslan o kışı orada geçirdi. 

1067 yılı başlarında Kirman Meliki Kavurd yine isyan etti. 
Alparslan’ın, ağabeyi, Kavurd’u bağışlaması onu iyilikle kendine bağlamaya çalıştığını göster­mektedir. 
Ancak Kavurd ile başkalarının tekrar başkaldırı etmeleri üstüne Alpaslan, 1068 yılı başlarında ikinci kere Kafkasya üzerine yürüdü. 

Amacı bütün Azerbay­can’ı tekrar huzursuzluk deposu ol­mayacak biçimde Selçuklulara bağlamak­tı.   

Alpaslan’ın her iki Kafkasya - Doğu Anadolu seferini de yarım bırakmış ol­masına rağmen Türklerin Anadolu’daki ilerlemeleri sürüyordu. 
Bu arada Türkmen seferlerinin Bizans İmparatorluğu için aleni bir tehlike oluş­turmaya başladığını bulan Bizanslılar, 1068 senesinde tahta ge­çen Romanos Diogenes’e kurtarıcı gö­züyle bakıyorlardı. 

Anadolu’da vakalar, kaçınılmaz bir Romanos Diogenes - Alpaslan karşılaşma­sına doğru tırmanırken, Alpaslan Suri­ye ile meşguldü ve Mısır’daki Şiî Fatımî iktidarını yıkmayı hedef edinmişti. 

Suriye’nin Selçuklu Devleti’ne geçmesini dilek eden Hamdânî Hükümdarı Nâsırüddevle, Alpaslan’dan Fatımilere karşı yardım istedi. Bunu fırsat bilen Al­paslan, Temmuz 1070’de büyük bir ordu ile hareket ede­rek, Malazgirt ve Erciş kalelerini aldıktan sonrasında, Meyyâfârikin (Silvan) ve Amid (Diyarbakır) yöresine inerek Urfa önlerine yürüdü (Ekim 1070). Bizans kalelerini de aldıktan sonra Mirdâsîlerin elinde bulunan Halep’e yöneldi. 

Bu sırada Al­paslan, Şam üstüne yürümeyi planlar­ken bir Bizans elçisi gelerek imparato­run Malazgirt ve Ahlat’a karşılık Menbic’i Selçuklulara bırakmak istediğini söylemiş oldu.

 Elçiye olum­suz cevap veren Alpaslan, Batı Anado­lu’dan Ahlat’a dönen Emir Afşin’den al­dığı ve Anadolu’da ciddi bir Bizans teh­likesi bulunmadığını bildiren rapora gü­venerek, planında değişiklik yapmadı. 

An­cak aynı günlerde Diogenes’in büyük bir ordu ile Anadolu’ya hareket etmiş olduğu ha­berini aldı. 
Alpaslan ordusunun bir bölümünü Şam’ı fethetmek suretiyle Suriye’de bırakarak, 6 Ni­san 1071’de Musul’a doğru hareket etti. 
Romanos Diogenes’in Anadolu’da ilerlerken topladığı takviye güçlerle 200.000 kişiye varan ordusu­nun o güne kadar görülmemiş donanımı, Bizanslıların bü­tün güçleriyle ve son laflarını söylemek amacıyla geldiklerini ortaya koyuyordu. 

26 Ağustos 1071 Cuma günü Malaz­girt Ovası’nda meydana getirilen meydan sa­vaşı gerçekten son sözün söylendiği bir harp oldu. 
Selçukluların elde etmiş olduğu büyük zafer Türklere Anadolu kapılarını açarak dünya tarihinin geleceğine doğrultu verdi.

Artuk, Mengücük, Saltuk, Dânişmend ve diğeri Türkmen beylerinin kuvvetleriyle beraber Bizans kuvvetlerinin sadece dört­te birine ulaştığı tahmin edilen Selçuklu ordusunun bu harpte büyük başarı el­de etmesini, moral gücünün yüksekliği­ne ve taktik üstünlüğüne bağlamak ye­rinde olur. 

Bizans kuvvetleri, arala­rında dil, din, ortak amaç şeklinde birleştirici öğeler bulunmayan ve daha önce bir­birleriyle sürekli surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar, İslav, Peçenek (Kuman), Uz (Oğuz), Gürcü ve Erme­ni topluluklarından derlenmişti. 

Bizans ordusunun pek çoğu ücretli olan bu karışık askerlerden oluşmasına kar­şılık, Selçuklu ordusu sadece Müslüman Türkler ve onlara yardım den Müslüman Kürtlerden oluşuyordu ve bu askerler üc­ret karşılığı savaşmıyorlardı. 

Aynı şekilde, Bizans komutanları içinde da muhtelif görüş ayrılıkları, şahsi kin ve haset duyguları bulunurken, Selçuklu komutanları, Alpaslan’ın tahta çıkmış olduğu gün­den itibaren çevresinde kenetlenmiş olan Sav Tegin, Ay Tegin, Porsuk ve Gevherâyin benzer biçimde kişilerdi. 

Bizans ordusunun küt­le savaşı icra eden, manevra yeteneği za­yıf, ağır donanımlı birliklerine karşı, Türk kuvvetlerinin hemen bütünüyle hafifçe donanımlı, manevra kabiliyeti yüksek süva­ri kıtalarından oluşması, savaşın seyri ve kararı üstünde etkili olmuştu.

Üstün güçlerine rağmen Bizanslıların yenilmelerinde rol oy­nayan en önemli etken ise Alpaslan’ın uy­guladığı harp planıydı. 
Alpaslan, Türklerin tarih süresince kara ve deniz sa­vaşlarında her zaman kullandıkları, merke­ze yerleştirilen zayıf fakat hızlı birlik­lerin geri çekiliş görüntüsüyle düşmanın merkez kuvvetlerini peşlerine takıp yan cenahların arasına sokmaları ve hızla geri dönerek çembere almaları taktiğini uy­gulamış, Bizans kıtalarının kolay manev­ra yapamamaları da başarıya erişmesi­nı çabuklaştırmıştı. 

Alpaslan, mağlup düşen Bizans İmparatoru’na onur misafiri muamelesi yapmıştı. 
İki hü­kümdar arasında dostluk kurulmuş ve metni bugün mevcut olmayan bir barış antlaşması imzalanmıştı. 

Ancak Roma­nos Diogenes’in gıyabında tahttan indi­rilmesi ve bir müddet sonra da hileyle ele geçirilerek, gözlerinin oyulup ölümüne sebebiyet verilmesi (4 Ağustos 1072) üze­rine bu antlaşma hükümleri uygulana­mamıştır.

 Sultan Alpaslan, Artuk Bey komutasındaki kuvvetleri Anadolu’ya girmeye hazırlanırken kendisi de 200.000 benlik ordusuyla Maverâünnehir’e hareket etti. 

Alpaslan’ın ilk defa bu kadar büyük bir orduyla sefere çıkması bir ihtimal bu seferinde Karahanlılar’ı tümüyle ortadan kaldırmayı hedef edinmesiyle açıklanabilir. 
Ancak Alpaslan’a meydana getirilen suikastın, bu seferi sonuçsuz bırakması durumu tersine çevirmiş ve taarruza kalkan Karahanlılar Tirmiz’i alarak Amuderya’yı geçip Belh’e kadar geldiler. 

Alpaslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlıların topraklarında ilerlerken, bir müddet kuşatmaya direndikten sonra teslim olan Barzam Kalesi komutanı Yusuf Harizmî (Barzemî) tarafından, çizmesine sakladığı minik bir hançerle vurularak ağır şekilde yaralan­dı ve dört gün sonrasında da şehit oldu (24 Kasım 1072).

Batı Türklerinin atası düşünülen Al­paslan, Arap ve Bizans tarihçilerinin görüş birliği arasında belirttikleri ve kendisine verilen unvan, künye ve sıfatların da açıkça gös­terdiği benzer biçimde oldukca cesur, yiğit ve kudretli, azamet sahibi bir şahıs­liğe sahipti.

 Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış, ağa­beyi Kavurd’a ve Romanos Diogenes’e yapmış olduğu muamelelerden de anlaşıldığı gi­bi bağışlayıcı ve tolerans sahibi olduğu­nu onlarca kere göstermiştir. 

Oldukça dindar bir Müslümandı ve dinî hükümlerin sadakatle uy­gulayıcısı olarak tanınıyordu. 
Onun bu yönü, halk arasında velî derecesine yükseltilmesine ve kendisine pek oldukça kerametler isnat edilmesine yolaçmıştır. 
Sarayında, günde elli koyun kesilen bir imaret bulunmuş olduğu ve ek olarak isimleri listeler halinde düzenlenen fakirlere harçlık dağıtıldığı eski tarihlerde kayıt­lıdır. 

İslâmiyet’in henüz girmediği ülke­lerde almış olduğu her kente hemen bir ca­mi yaptırdığı; askeri faaliyetlerinden do­layı yeterince fırsat bulamadığı bayındır iş­lerini ile bilim, düşünce ve sanat adamlarını toplayıp devlet koruması altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizâmülmülk’ün eliyle yürüttüğü bilinmektedir. 
Bastırdığı altın paraların çokluğu da dev­rindeki ekonomik gelişmeyi ve refahı göstermektedir.

Kaynaklar ve alıntılar 

Yorum Gönder

Yorum Gönder

Yorumlarda lütfen saygılı olun