-->
zWZ3ZJ90R4zzhbql6NUZDSuEAK5vmsQ96TEJw5QR
Bookmark

ÇERKEZ SÜRGÜNÜ VE SOYKIRIMI ANISINA

çerkes sürgünü

ÇERKEZ SÜRGÜNÜ VE SOYKIRIMI 


Yirmi bir Mayıs Çerkez sürgünü 
Bir gün geri döneceğiz hayali ile geldiler Anadolu'ya . Anadolu için çarpıştılar , Anadolu için şehit oldular ..bu gün , Anadolu'nun yiğit ve mert insanları oldu Kafkas'ların Çerkezleri 
Anadolu'nun bu yiğit ve mert insanlara borcu vardır , ödenmemiş .

Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem ”

1864 Çerkez Soykırımı sürecinde bir milyondan fazla insan katledilmiş,
Çerkezya Karadeniz sahil şeridi boyunca; Anapa, Soğucak, Gelendjik, Tuapse ve Soçi'yi içine alacak şekilde Abhazya'ya kadar tamamen Çerkeslerden temizlenmiş,
Kuzeyde Kuban nehrini takip ederek doğuda Mozdok'a kadar olan bölgede ise çok az sayıda Çerkes'in yaşamasına müsaade edilmişti




Çerkezler modern dünyanın gördüğü ilk büyük soykırımın kurbanları olarak vatanlarından binlerce km uzakta ayrı devletlerin sınırları içinde kendilerine ait olmayan savaşlarda ölerek, hayatta kalanları da yeni kimlikler, kültürler ve diller edinerek yaşamaya zorlanmıştı.


1864 Çerke Soykırımdan sağ kurtulanların topluca sürgün edilmesi halk için ikinci bir soykırıma neden olmuş, 
Çerkesler yıkılmakta olan bir devletin nasırlaşmış meseleleriyle bir savaştan diğerine savrularak ama bir gün Kafkasya’ya geri dönecekleri inancını hep diri tutarak, Osmanlı coğrafyasında hayatta kalma mücadelesine girişmişti


Kim bu Çerkezler?

Çerkezler, binlerce yıldır Kuzey Kafkasya’da yaşayan ve komşuları Slav, Türk ve Farsi topluluklarla hiçbir akrabalık ilişkisi olmayan kadim ve otokton bir halktır. 

Rusya Federasyonu'na bağlı Adigey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar adlı üç farklı cumhuriyetin sınırları içerisinde parçalanmış olan Çerkeslerin tarihi anavatanı bu bölgelerin ötesinde Kırım’dan Abhazya’ya kadar olan tüm Karadeniz sahil şeridinden, kuzeyde Kuban nehrini çevreleyecek şekilde doğuda Osetya’ya doğru sarkan toprakları içine alır.


Çerkezlerin İskanı

Osmanlı Hükümeti, muhacirlerin dağınık şekilde iskân edilmelerini benimsemiş olmakla birlikte, Çerkezlerin toplu halde iskan edilmelerinin siyasi ve askeri yönden uygun bulunduğu Sivas-Kayseri arasında yer alan Uzunyayla’da, Düzce-Adapazarı ve Güney Marmara’da toplu iskânlara da izin vermişti.

Devlet-i Ali’nin iskân siyasetinden Çerkezlerin payına düşen devletin bekası için gerekli görülen bölgelere iskan edilmeleri olarak gerçekleşmişti. 

1864-1877 döneminde sadece Rumeli'nde iskan edilmiş olan Çerkez sayısı yaklaşık 400 bin olarak ifade edilmiş, 

Kemal Karpat tarafından verilen bilgilere göre 1860’lardan itibaren Kafkasya’dan sürülen Çerkeslerin sayısı 1.2 milyonu bulmuştu. 

Çerkezler kafileler halinde sürgün yollarına düştüğünde, 
Osmanlı Hükümeti kaybedilen savaşlarla azalan Müslüman nüfusu tahkim etmek, çıkması muhtemel bir büyük savaş öncesi Anadolu’da safları sıklaştırmak ve elde kalan topraklarda Müslüman çoğunluğu sağlamanın telaşıyla derin bir iskan siyasetini uygulamaya koymuştu.

Sinop’tan başlayarak, Samsun, Amasya, Çorum, Yozgat, Tokat, Sivas, Kayseri, Maraş, Adana, Antakya, Hama, Humus, Şam, Golan Tepeleri, Amman ve Akabe’ye kadar olan, Karadeniz’den Kızıldenize uzanan 1900 km’lik hat üzerinde en uzak köyler arası mesafe atla bir günde ulaşılmak kaydıyla Çerkezler iskan edilmişti. 

Bu hattın batısında yer alan Anadolu, Suriye ve Filistin toprakları her ne pahasına olursa olsun savunulacak ve devrin idarecileri tarafından devletin kırmızı çizgisi olarak kabul görecekti.

Düzce’den başlayarak, Adapazarı, İzmit, Yalova, Bilecik, Eskişehir, Bursa, Balıkesir’den Çanakkale’ye uzanan ikinci hat ise, başta İstanbul ve Saltanat olmak üzere boğazları da koruyacak şekilde Karadeniz’den Ege’ye kadar uzanmıştı.

Bu iki hat dışında iskanlar olmuşsa da Çerkeslerin yüzde 90’ı bu bölgelerde askeri ve siyasi saiklere göre iskan edilmişti. 

Yıkılmakta olan devletin ön görü sahibi idarecileri Çerkesleri tarım ve hayvancılığı kalkındırması için değil, devletin en iyi şartlarda yıkılmasını sağlayacak harplerde savaşması beklentisiyle iskan etmişti.

1864’e kadar hiçbir zaman tebaası olmadıkları; 
Türk olmadıkları gibi Türkçe bir cümle de kuramayan ama savaşçı karakterleriyle nam salan Çerkezlere yıkılmakta olan bir devletin adeta jandarmaları olma vazifesi verilmişti. 

Devlet zor şartlarda kabul etmek zorunda kaldığı muhacirlerden bir ‘bedel’ ödemesini istemiş ve bu siyasete uygun şekilde onları iskan ve istihdam etmişti. 

Osmanlı Devleti’nin tekrar güçlenip ezeli düşmanı Rusları yenmesinin Çerkezler’e de Kafkasya’ya geri dönüş yolunu açacağı propagandası muhacirler arasında fazlasıyla taraftar bulmuş, 

Çerkezler bu hayalin peşine düşmüştü…
Nasılsa Geri Döneceğiz!


Çerkezler, ‘Nasılsa geri döneceğiz!’ inancıyla iskan edilseler de tam anlamıyla yerleşmeden, verilen araziyi nerdeyse ekip biçmeden, derme çatma barakalarda bohçası hazır halde ve ‘Çerkezlik’ denebilecek yüksek duvarlarla örülü, ‘Khabze’ denen örf-adetlerle korunan, ‘Thamade’ denen büyüklerin idaresindeki güvenli sosyal alanlarında; yerel dilleri öğrenmeden ve beraber yaşadıkları halklardan uzakta izole bir hayat sürmeyi yeğleyecekti.

Bir gün nasılsa döneceğiz, denilerek beklenen fırsat 1864’den sadece 13 sene sonra karşılarına çıkmış, Rusya 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştı. 

1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi) Çerkezler için böylesi kutsal bir misyonu da ifade ediyordu. Yitirilen vatanın, öldürülen akrabaların, kaybolan çocukların ve kaçırılan kadınların intikamını almak isteyen Çerkezler Rumeli'nde ve Kafkas Cephesi'nde akın akın gönüllü olarak orduya katılmıştı.
Plevne düşerse İstanbul, 




İstanbul düşerse de Kafkasya düşer!’ kehanetinin gerçekleşmemesi için Çerkezler Rumeli’nin en uzak köşelerinden Plevne’ye akmıştı…

Bir yanda Ruslardan intikam almak bir yandan da misafir muhacirler olarak, gelinen yeni vatana minnet borcunu ödeyip ona sahip çıkma refleksi Çerkezlerin iktidar ile girdikleri ilişkide büyük ölçüde belirleyici olmuştu. 

Vatansız kalmanın her tür bedelini ödemeye hazır Çerkezlerin adeta kendilerini tüketircesine altında yaşadıkları çatıyı ayakta tutma çabası döneme damgasını vuracaktı.

1876’da bağımsızlık yanlısı Bulgarlara karşı harekete geçirilen Çerkez çete ve Jandarma birlikleri, düzenli ordu tarafından bastırılamayan ayrılıkçı isyanların önlenmesinde büyük rol oynamıştı. 

Devlet teşvik edip üzerine Çerkezleri sürdüğü isyanların kanlı şekilde bastırılmasının Avrupa basınına yansıdığı durumlarda ise olayı halklar arası bir çatışma olarak göstermeyi tercih etmişti.



Çerkez çetelerinin karıştığı baskınlar Avrupa basınında yer bulmaya başladığında, daha on beş sene önce Ruslar karşısında verdikleri kahramanca vatan savunması ile methedilen Çerkezlerin imajı korkunç şekilde zedelenecekti.

Çerkezler bu durumdan bihaber Bulgar isyanında onlara verilen vazifeyi hakkıyla yapma telaşında, belki de ilk kez devletin ‘bizim çocuklar!’ denen ayrıcalıklı sınıfına dahil olmuştu, 

Bu süreç onlara 
Hamidiye Alayları, 
Saray Muhafızlığı ve nihayet Teşkilat-ı Mahsusa'nın da kapılarını açacaktı.

93 Harbinde Osmanlı orduları mağlup olmuş ve Berlin Kongresi'nde Rus tarafının bastırmasıyla 1864’te Rumeli'nde iskan edilmiş olan tüm Çerkezlerin bu topraklardan çıkartılması kararı alınmıştı, bu aslında Çerkezlerin ikinci kez sürgüne uğramaları anlamına geliyordu. 

1878’de Rumelinden sürülen Çerkezlerin bir kısmı kendi imkanlarıyla özellikle Güney Marmara ve Batı Anadolu’ya geçmiş, 

Osmanlı Devlet’i ise Rumeli Çerkezlerini özellikle Suriye ve Filistindeki stratejik köy ve kasabalara iskan etmeye çalışmıştı. 

Çerkes Abaza Allah…

Anadolu halkı dil ve adetlerindeki farklılıklardan olsa, Çerkezlerle anlaşamamış onları Rumelinden sürülen Türkler gibi makbul ‘muhacirler’ olarak da görmemişti. 

Sürgün yollarının zorlu şartları ve kıt kaynaklar sebebiyle birçok bölgede çatışmalar çıkmış, Çerkez kafileler köylere sokulmamış, ‘Çerkes Abaza Allah Muhafaza!’ sözü içine birçok şehir efsanesi de katılarak daha Çerkezler iskan edilecekleri köylere ulaşmadan tüm Anadolu'ya yayılmıştı.

Sünni/Hanefi Müslümanlar olsalar bile, 
Çerkezler Osmanlı toplumundan oldukça farklı kültürel, siyasî ve sosyal yapıya sahiptiler ve şimdi misafir geldikleri yabancı bir coğrafyada yeni ve zorlu bir hayat süreceklerdi. 

Özellikle Türkçe bilmemenin getirdiği onlarca zorlukla karşı karşıya idiler. 
Kendi geleneklerinin bir çoğu yadırganıyor, kadın-erkek ilişkileri ayıplanıyor, peçe takmayan kadınları hafif görülüp Müslümanlıkları sorgulanıyor, tüm sosyal ilişkilerini düzenleyen Khabze ise Osmanlı kanunları tarafından tanınmıyordu. 

Bütün bu farklılıklar ve Çerkezlerin dışa kapalı bir toplum olma hali senelerce ciddi uyum zorlukları doğurmaya devam edecekti.

1850’lerden itibaren Osmanlı Devleti’ne sürülen Çerkezlerin bir kısmının zamanla askeriyede üst makamlara kadar yükselmesi, dönemin Çerkez paşa ve subaylarının da askeriye içindeki nüfuzlarını artırma isteği, 1864 sürgünü ile Osmanlı vatandaşı olan büyük kitlenin özellikle de askeriye’de istihdam edilmesinin önünü açmıştı.

Çerkes Kadınları

Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde ağırlığı hissedilmeye başlayan ve Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde gittikçe artan sayıda Çerkez köle veya hür kızının saraya verilmesi neticesinde sırtını saraya yaslayan Çerkez beyleri artık Osmanlı Hanedanı’nı akrabaları olarak görmeye ve mülkün sahipleriymiş gibi esip tozmaya başlamıştı.

93 Harbi öncesinde başlayan, sonrasında devam eden Çerkezlerin Osmanlı derin siyasetiyle tanışma süreci özellikle II.Abdülhamid döneminde zirve noktasına ulaşmış; 

Jandarma birlikleri, Hamidiye Alayları ve Hafiye teşkilatı başta olmak üzere mahrem alanlar Çerkezlere açılmıştı.

Saraya verilen, köle ya da hür Çerkez kızlarının hızlı yükselişi Harem içerisinde de yıkılması güç bir Çerkez kadınları iktidarının kurulmasıyla neticelenmişti. 



Çerkez kadınlarının Harem hakimiyeti, beraberinde hem ordu hem de bürokraside akrabalarının istihdam yolunu açmış, 

Çerkezler Osmanlı Devleti’nin farklı bir çok bölgesinde nüfuslarının ötesinde bir güç ve nüfuza sahip olmuştu.

Devletin ve Osmanoğlu hanedanın en mahrem alanı olan Haremi fetheden Çerkez kadınlarının bu hakimiyeti, zamanla Saraydan taşıp İstanbul'un zengin hanelerinde de uzun süre etkisini gösterecek bir iktidara dönüşecekti.

Köle ya da hür Çerkez kadınlar tarafından kendi örf-adetleri ve nezaket kurallarına göre yetiştirilmiş on binlerce şehirli ve okumuş bir nesil, batılılaşma hareketinin şimdiye kadar görünmeyen bir önemli aktörüne işaret etmekteydi. 

Yerli Müslüman kadınlara göre daha liberal sayılacak İslam algısından, haremlik-selamlık uygulamalarını yumuşatan kendi adetlerine kadar, çarşaf yerine giydikleri ‘Saye’ denen milli elbiselerinden esinlenerek sonunda ferace modasına dönüşecek kıyafetleriyle ve peçe takmayarak tesettürü hafifleten modern yorumlarıyla bu kadınlar bir döneme damasını vuracaktı.

II.Meşrutiyet

1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yaşanan kısmî özgürleşme ortamında İstanbul merkezli Çerkez entelijansiyası da kendi siyasi ve sosyal örgütlenmelerini oluşturarak varlıklarını devam ettirme çabası içine girmiş, 

1908’de İstanbul’daki Çerkez asker, bürokrat ve aydınları tarafından kurulan Çerkez İttihad ve Teavün Cemiyeti faaliyete geçmişti. 

Cemiyet ayrıca Ğuaze (rehber) ismiyle bir gazete çıkartmış, 
Latin harflerini esas alarak bir Çerkez alfabesi hazırlamış, 
Çerkez Numune Mektebini açarak Müslümanlara ait ilk karma eğitim kurumunu da hayata geçirmişti.

Çerkez Kadınları Teavün Cemiyeti ve yayın organı olan ‘Diyane’ dergisi ise geç dönem Osmanlı kadın hareketi içerisinden tarihi bir yere sahipti. 

İttihad ve Terakki kadrolarının desteğinin alınmasıyla birlikte Çerkez asker, bürokrat ve aydınları, Çerkes Cemiyeti’nin siyasi kolu olan Şimali Kafkasya Cemiyeti’ni kurup faaliyetlerine başlamıştı. 

Cemiyetin yürüttüğü aktif siyaset netice vermiş, 1918’de Kafkasya'da ilan edilen Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Osmanlı Devleti tarafından bir bağımsız devlet olarak tanınmış ve bir büyük hedef kısa süreliğine de olsa gerçekleşmişti.

Dedelerimiz Ölürken…

Birinci Dünya Savaşı tüm Osmanlı toplumunda olduğu gibi Çerkezler üzerinde de yıkıcı izler bırakmış, Çerkezler sadece Ruslar karşısında değil tüm cephelerde savaşa dahil olmuştu. 

Yemen, Hicaz, Filistin, Sarıkamış ve Çanakkale savaşları ismi en çok geçen cephelerdi ve gidenlerin çoğu cepheden bir daha geri dönememişti. 

Dedelerimiz bu topraklar için ölürken Türkçe bilmiyordu!’ söylemi, farklı bir çok bölgede dillendirilen ortak bir serzeniş olarak bugünlere kadar gelecekti.

1915 Ermeni soykırımı ve tehciri herkesçe bilinmekle birlikte, daha az bilinen konu Çerkez – Ermeni ilişkilerinin çok daha eskilere dayandığıydı. 

Çerkesler Ermenileri 1864 Sürgünü öncesinde Kafkasya’yı işgal eden Rus Ordularında görev yapan Ermeni askeri birliklerinden tanımıştı. 

Bu tanışma çok sorunlu bir döneme denk gelmiş ve Çerkezlerin hatıralarındaki Ermeni algısı onların köylerini yakıp, halkını katleden Rus ordusunun işbirlikçileri olarak hafızaya kazınmıştı.

Çerkeslerin Osmanlı coğrafyasına sürülmeleri ile birlikte halklar arasındaki ilişkiler oldukça mesafeli, bazı yerlerde ise patlamaya hazır bir şekilde devletin işaretini bekler haldeydi. 

1915’de bu işaret verildiğinde dağa çıkıp eşkıyalık yapan Çerkez çeteler de olaylara dahil olmuş, kimi yerlerde Ermeniler katledilmiş, köylerinden sürülmüş; kimi yerlerde de askerlerden kaçırılıp köylerde saklanarak yaşamaları sağlanmıştı.

Hain Çerkes!

1918-1923 İstiklal harbi dönemi ise Çerkes bilinçaltında en büyük yaralardan birini açacak olan tüm halka ‘Hain!’ damgasının vurulduğu sancılı bir dönemdi. 

Osmanlı ve Ankara Hükümetleri arasında sıkışıp kalan Çerkesler, gerek Ahmet Anzavur - Çerkes Ethem çekişmesinde, gerekse Düzce - Adapazarı ayaklanmalarında karşı karşıya gelip birbirlerini öldürmüştü.

Dönemin en bilinen şahsiyeti olan Ethem Bey, ağabeyleri gibi aslında Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözde elemanlarındandı. 



Kendisi de bir Çerkez olan Rauf Orbay'ın telkinleri ile başlattığı gerilla mücadelesinde ekseriyeti Çerkezlerden topladığı gençler ile ciddi başarılar göstermişti. 


Ethem bey, bastırdığı Ankara Hükümeti karşıtı ayaklanmaların birçoğunda, Anzavur Ahmet gibi, saray taraftarı Çerkezlere karşı da savaşan; hatta Düzce isyanında olduğu gibi  Çerkes - Abhaz yaşlı ve gencini meydandaki çınarlarda asarken sigarasını tüttürebilen inanmış bir ittihatçı askerdi.



Çerkez Ethem Bey tarafından asılan Çerkezlerin aileleri onu senelerce lanetle ana dursun, O Çerkezlere atılacak bir ‘hain!’ iftirasının da parçası olup vazifesini tamamlamıştı. 

Çerkez Ethem Bey giriştiği iktidar mücadelesini kaybedip çekildiğinde, ‘Hain!’ sıfatı ismine ve milliyetine eklenmiş olarak bugüne kadar Çerkez kimliğiyle kendini ifade eden herkesin karşısına çıkarılacaktı. 

Hain!’ edebiyatı sayesinde erken Cumhuriyet dönemi elitleri tüm Çerkezleri seneler boyunca yaftalayıp, sindirecekti…

Çerkez Ethem bey kadar olmasa da, döneme damgasını vurmuş bir diğer Çerkez figürü Teşkilat-ı Mahsusa’nın en meşhur elemanlarından olan Enver Paşa’nın sağ kolu olarak da ifade edilen, Kuşcubaşı Eşref’ti. 

İstiklal harbinde Ethem Bey ve diğerleriyle birlikte aktif olarak yer almışsa da sonunda o da istenmeyen adamlar listesindeki yerini alacaktı.

Hain’ lekesinden kurtulabilmek için Çerkezlerin önünde çok seçenek yoktu, her daim iktidarın yanında olacak ve en makbul vatandaş olmak için birbirleriyle yarışacaklardı. 

Cumhuriyetin kurucu kadrosu onlardan etnik ve kültürel tüm geçmişlerini reddetmelerini, dillerini terk etmelerini ve devrime sadık birer Türk vatandaşı olarak hareket etmelerini beklemekteydi. 
Ancak bu reddiyeyi kabul edenler için tüm devlet kurumlarının kapıları ardına kadar açılacaktı. 

Gönen-Manyas Sürgünü

Erken Cumhuriyet dönemi kadroları, henüz Kurtuluş Savaşı devam ederken bir cezalandırma şekli olarak, Osmanlı’dan miras aldıkları iç sürgünü: Gönen-Manyas Çerkezlerinin tehcirini Aralık 1922’de başlatmış, bahar ve yaz sürecinde Sarayla olan akrabalık ilişkileri, Ahmet Anzavur ve Ethem Bey’e verdikleri destekler bahane edilerek, Gönen ve Manyas’a bağlı 14 Çerkes köyü Anadolu'nun çeşitli yerlerine sürülmüştü. 

Bu sürgün amacına büyük ölçüde ulaşmış, diğer bölgelerdeki Çerkezlere de göz dağı verilmiş, Çerkezler üzerindeki baskı hiç eksik olmamış, geri dönenler senelerce jandarma nezaretinde hayatlarını sürdürebilmişti.

150’likler

Lozan görüşmelerinde büyük tartışmalar neticesinde en son 150 kişiye indirilen ve tarihimize 150'likler olarak geçen sürgün listesindeki 82 ismin Çerkez ve Abhazlardan oluşması da erken Cumhuriyet dönemi kadrolarının bitiremedikleri hesaplardan bir diğeriydi. 
 
Sovyet Tehdidi

İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye'yi çevreleyen Sovyet tehdidi ile batıya ve haliyle Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) yanaşan Ankara istemeyerek de olsa Çerkezler ile barışmak zorunda kalacaktı. 
Bu sürecin başlangıcı, Sovyet işgali altındaki Rus olmayan halkların batılılar tarafından özgürleştirilme siyasetine dayanıyordu.

Alman orduları 1942’de Kafkasya’ya ulaştığında binlerce Çerkez genci bir dönem Plevne’de ve Sarıkamış’ta Rus karşıtı cephede saf tuttuğu gibi şimdi de Alman ordusu saflarında yer almıştı. 

Herkes gibi onlar da Almanların savaşı kazanacağına inanmış ve kapanmamış eski bir hesabın peşinde Ruslara karşı çarpışmıştı.

Almanlar geri çekilirken sayıları binlerle ifade edilen bu Çerkezler de çekilmiş, kamplardan çıkabilenler Türkiye, Ürdün ve Suriye’ye kaçarak izini yok etmiş; bazıları da ABD için istihbarat yapmak şartıyla Pentagon’da yeni vazifelerine başlamıştı. 

Amerikan vatandaşı olan ve zamanla yükselen bu Çerkezlerin telkini ile ABD Hükümeti Ankara’dan Çerkezlerin sosyal ve kültürel hakları konusunda adım atmasını istemiş, 
Ankara dar çerçevede de olsa onların haklarını teslim etmişti.

Kafkas Kartalı!

1950'li yıllarda oluşan bu kısmi siyasi özgürleşme atmosferinden faydalanacak olan Çerkezler, dernekleşme ve dergi çıkarma faaliyetlerine yeniden başlamış, bu dönemde kurulmaya başlayan Kafkas Dernekleri, rejimin imkan tanıdığı folklorik çalışmalar ya da yılbaşı balosu gibi eğlenceler düzenleyebilmişti. 

Aslen Avar ve Dağıstanlı olan Şeyh Şamil ‘Kafkas Kartalı!’ olarak bu dönemde yeniden keşfedilip diriltilmiş, 
Çerkezler kendileri ile doğrudan bir alakası olmasa da Ankara tarafından makbul bulunan bu kahraman figürün etrafında bir araya gelebilmişti.



1960'lı yıllarda Türkiye'de yaşanan sanayileşme ile birlikte gerçekleşen köyden kente göç ve bu süreçte şehre yerleşen Çerkezler kimlik siyasetinden uzak tutulmaya özen gösterilen derneklerde folklor ve müzik başta olmak üzere, dayanışma faaliyetlerinde bulunmuştu. 

Müzik ve folklörün mistik etkisi, gençlerin uzun süren kıştan çıkmasını sağlamış dans bahanesiyle bir araya gelenler bir müddet sonra başarılı dergiler çıkartıp kültürel ve siyasi tartışmalara girecekleri alanları da oluşturmaya başlamıştı.

Çerkezlerde mevcut olan Rus karşıtlığının, Sovyet karşıtlığına evrilmesi ülkedeki milliyetçi sağ siyasetin içine çok sayıda Çerkez gencin girmesine olanak sağlamış, 
Sovyetler’in yıkılmasının Kafkasya’nın bağımsızlaşacağı idealiyle bir araya getirilmesi milliyetçi-mukaddesatçı siyaset tarafından etkin bir propaganda aracı olarak kullanılmıştı. 

Dedeleri 93 Harbi'nde Plevne savunmasına çağrılan Çerkezlerin torunları 80 öncesinde de derin siyaset tarafından ülke içindeki Sovyet karşıtı cephelere davet edilmişti.

SSCB Yıkılırken…

1989 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin (SSCB) yıkılması, diaspora Çerkezleri için yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, 
1864’de sürgün edildikleri ve soğuk savaş döneminde de demir perde ile çevrelenmiş Kafkasya ile yıllar sonra kurdukları ilişkiler yeni bir bilinçlenme ve kimliklenme sürecini de beraberinde getirmişti. 




Yeniden kurulmaya çalışılan kültürel ilişkilerin yanı sıra özellikle Abhazya ve ardından Çeçenistan'da başlayan savaşlar diasporanın da hızla siyasallaşıp yeniden ‘Çerkezleşmesini’ sağlamıştı.

90’lar…

Çerkez kimliğinden taviz vermeden Türkiye vatandaşı olmak veya anavatana dönmek ikilemi, halen Çerkez diasporası içinde tartışılan konulardan biridir. 

Hızla değişen dünya düzeni ve güçlenen Kürt siyasi hareketi ile birlikte, Çerkezler kimlik taleplerini artık daha yüksek sesle dile getirmeye başlamıştı.

Bu talepler hem Türkiye Cumhuriyeti’nden hem de Rusya Federasyonu’ndan olmak üzere iki ayrı merkeze yönlendirilmiş; talepler karşısında Ankara ve Moskova belki de ilk kez aynı safta yer almıştı.

2006 ile birlikte Çerkezler için başka bir gündem başlığı da Soçi Kış Olimpiyatları olmuştu. 

Rusya'nın Soçi şehrini Kış Olimpiyatları için 2006’da aday göstermesi ile başlayan Soçi Muhalefeti, Çerkezlerin 1864’ün acı hatıralarıyla seneler sonra da olsa yüzleşmelerine sebep olmuştu.

Çerkesya'nın başkenti, Çerkes Soykırımının da sembolü olan Soçi, 

Bir anda ÇerkeZlerin gündemine girmiş, 
No Soçi!’ kampanyası ve Olimpiyat karşıtı muhalefet, diasporada özellikle sosyal medya üzerinden ulus-ötesi bir mecrada örgütlenmişti. 

İstanbul, Ankara, New York, Amman, Şam ve Haifa başta olmak üzere bir çok şehirde eylemler gerçekleştirilmişti.

2014 Soçi Olimpiyatları gündeme gelene kadar çok az kişinin haberdar olduğu bir tarihi gerçek bu vesile ile dünyanın Çerkez Soykırımı hakkında bilgilenmesine sebep olmuştu.

Elbruz Aksoy bu makaleyi  yazarken İletişim Yayınları'ndan çıkan  kitabı ‘Benim Adım 1864’den faydalandı. 

Yüz yılı aşkındır Türk islam dünyası ile yan yana duran , Anadolu'nun istiklali ve istikbali için hayatlarını feda eden tüm kahraman Çerkezlere saygı ve minnet ile ...

KAYNAK VE ALINTI : Çerkes sürgünü 
                                   Wikipedia ..
                                   TRT Avaz 

Yorum Gönder

Yorum Gönder

Yorumlarda lütfen saygılı olun