Osmanlı nasıl battı batma sebepleri nelerdi:
Ekonomik ve siyasi çöküşümüzün kronolojisi nasıl mı oldu? Geriye dönüp baktığımızda, Osmanlı Devleti'nin son iki yüz yılı sürekli yenilgilerle geçti. Her yenilginin ardından "barış" adı altında bir anlaşma imzalanırdı. Bu anlaşmalar, toprak kayıplarını kabul etmek ve askeri, ekonomik ve politik alanda dayatmalara boyun eğmek zorunda kalmak anlamına geliyordu.
Her barış anlaşması aslında bir sonraki savaşın kaybını ve yeni tavizlerin verilmesini hazırlıyordu. Osmanlı'nın yenilgilerinin temel sebebi, bilim ve teknoloji alanında çağın gerisinde kalmasıydı. Bu alanda geri kalmak, verimli üretimden uzaklaşmaya ve uluslararası rekabette geride kalmaya, dolayısıyla dışa bağımlılığa yol açtı. Dış güçler de bu zafiyetimizden faydalanıyordu.
Osmanlı'da enflasyon, 16. yüzyıldan itibaren para değerinin düşmesi, fiyat artışları ve yüksek enflasyonla kendini gösterdi. Halk bu durumun yükünü omuzlarında hissetti ve devlet, para bulabilmek adına vergileri sürekli artırdı.
Her barış anlaşması aslında bir sonraki savaşın kaybını ve yeni tavizlerin verilmesini hazırlıyordu. Osmanlı'nın yenilgilerinin temel sebebi, bilim ve teknoloji alanında çağın gerisinde kalmasıydı. Bu alanda geri kalmak, verimli üretimden uzaklaşmaya ve uluslararası rekabette geride kalmaya, dolayısıyla dışa bağımlılığa yol açtı. Dış güçler de bu zafiyetimizden faydalanıyordu.
Osmanlı'da enflasyon, 16. yüzyıldan itibaren para değerinin düşmesi, fiyat artışları ve yüksek enflasyonla kendini gösterdi. Halk bu durumun yükünü omuzlarında hissetti ve devlet, para bulabilmek adına vergileri sürekli artırdı.
Osmanlının batma sebepleri bütçe açıkları:
Böylelikle, toplumu destekleyen köylüler ezilmeye başladı ve Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyılda büyük bütçe açıklarıyla karşı karşıya kaldı, bu açığı kapatmak için borç aramaya başladı. 1784'te Fas'tan, 1789'da ise Hollanda'dan borç talep ettiler, ancak bu çabalar sonuçsuz kaldı. Parasızlık, Osmanlı'yı diz çöktürdü. Borç bulamayınca, Osmanlı paradaki altın ve gümüş oranını azaltarak paranın değerini düşürdü; adeta para basıyordu ve gümüş miktarı azalan paralar o kadar inceydi ki, halk arasında "paraya pul oldu" tabiri ortaya çıktı. Nihayetinde, para sıkıntısı Osmanlı'yı Batı'ya karşı diz çökmeye zorladı.
1838'de İngiltere ile yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması, Osmanlı'yı bir açık pazar haline getirdi. Açık pazara dönüşen Osmanlı, giderek üretimden uzaklaştı ve bir tüketim toplumuna dönüştü, bu da kötü gidişi daha da hızlandırdı.
Doğu Rumeli'den elde edilen tuz, tütün, alkol, ipek, balıkçılık ve damga vergilerinin tahsilatı Duyunu Umumiye İdaresi'ne bırakıldı. Avrupalı devletler, Osmanlı'nın ana gelir kaynaklarını ele geçirdiklerinde, borç ödemelerini garanti altına alan bu denetim mekanizması sayesinde finansman musluklarını yeniden açtılar. Bu durum, II. Abdülhamit'in 1877'den 1908'e kadar olan dönemde tam 13 kez daha borç anlaşması imzalamasına yol açtı.
Her yeni borç, devletin durumunu daha da kötüleştirdi ve "Ulu Hakan"ın 33 yıllık iktidarında Osmanlı Devleti, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'yı içeren bugünkü Türkiye'nin iki katı büyüklüğünde toprak kaybetti.
Osmanlı'nın temel sorunu, bilim ve teknolojiyle bağını koparması ve bunun sonucunda yaşanan üretimsizlikti. Üretimsizlikten kaynaklanan dışa bağımlılık, kaybedilen savaşlar, artan vergiler, hayat pahalılığı ve enflasyon gibi sorunlar halkın omuzlarına yüklenmekteydi. Dayanılmaz şartlar altında, isyanlar patlak verir ve zaman zaman Yeniçeriler, halkın isyanlarına öncülük ederdi.
"Dış güçler den borç almak zorunda kalındığı için onlarla iyi ilişkiler kurmak ve dayatmalarına boyun eğmek gerekiyordu. Bu yüzden devlet, savaşmadan toprak kaybetmeye başlamıştı.
Kötü gidişat, dönemin en eğitimli kişileri olan din alimleri tarafından dinden uzaklaşmaya bağlanmıştı. Herkes, Müslümanların refah içinde yaşadığı Asr-ı Saadet'e geri dönmeyi arzuluyordu. Bu amaçla, Peygamber döneminin örf ve adetleri ile hukuk ve devlet düzenine dönülmesi gerektiği düşünülüyordu.
"Allah'ımız var" düşüncesiyle, daha çok dua edilerek sorunların çözüleceği sanılıyordu. İnsanlar, kendi hatalarını dua yoluyla Allah'a havale edip çözümü O'ndan bekliyorlardı. İslam dininin bu yanlış yorumu, halkı taassuba sürükleyerek toplumun bilim, eğitim ve üretimden kopmasına neden olmuştu.
Bu durumda, "dış güçler"den alınan borçlar verimli bir şekilde kullanılamamıştı. Paranın büyük bir kısmı önceki borçları ödemek için harcanıyordu. Geri kalan para ise, üretim odaklı yatırımlara yönlendirilemiyordu. Çünkü padişah, tahtını koruyabilmek için etrafında kendisini destekleyecek yandaşları beslemek zorundaydı.
Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Barış Antlaşması ile tarih sahnesinden çekildi. Sevr Barış Antlaşması'nda "Osmanlı Devleti" ifadesine yer verilmezken, tüm hükümlerde "Türkiye" ifadesi kullanılmıştır.
Kalkınmamız için hayati öneme sahip olan bankaları ve demiryolları gibi stratejik kurumları millileştirdik.
Tarımsal üretimi artırarak gıda güvenliğini sağladık ve aç halkımızı doyurduk.
Olabildiğince az borçlanarak ve çocuklarımızın geleceğini ipotek altına almadan, Osmanlı'dan devraldığımız borçları ödemeye başladık.
Yeni sanayi yatırımlarıyla yerli ve milli üretime geçiş yaptık.
Ancak en önemli başarımız;
"Tek adam" yönetiminden kurtulmaktı. "Tek adam" rejimi, dış güçlere karşı en zayıf yönetim biçimiydi; tek bir kişinin kişisel çıkarları için taviz vermesi, tüm bir ulusu zayıflatabilirdi.
Atatürk, çözümü mecliste buldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın tüm kesimlerini temsil ederek, dış baskılara karşı direnişimizin en güçlü dayanağı oldu.
Ülke artık Cumhuriyet ile yönetiliyor, halk kendi kaderini belirleme hakkına sahipti. Atatürk'ün belirlediği ilkeler (6 Ok) etrafında kenetlenen halk, büyük bir azimle çalıştı. Hep birlikte toplumsal bir başarı elde ettik ve ülke, 15 yıl içinde yüz yıllık bir sıçrama yaptı. Fakat ne yazık ki bu parlak dönem, Atatürk'ün yaşamı ile sınırlı kaldı.
Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla askeri, ekonomik ve eğitim alanlarında tavizler verilerek emperyalizme kapı aralandı ve Menderes Hükümetleri bu kapıdan hızla geçti.
Menderes döneminde Türkiye, ABD'nin sadık müttefiki olurken, aynı zamanda borç altında ezildi. 1956'da Rockefeller'ın ABD Başkanı Eisenhower'a yazdığı mektupta Türkiye'nin "oltada yakalanmış balık" olduğunu ve bu nedenle yem ihtiyacının olmadığını belirtmesiyle borç para akışı kesildi ve Türkiye, Osmanlı dönemindeki gibi yeniden para krizine sürüklendi. Menderes'in para bulmak için Sovyetlere yönelmesi, yaşanan ekonomik kriz ve otoriterleşmenin yarattığı memnuniyetsizlik, 1960 darbesiyle sonuçlandı.
Türkiye, Menderes'le birlikte emperyalizmin oltasına bir kez daha takıldıktan sonra bir daha kurtulamadı. Dünya devletler arasındaki ilişkiler, siyasi olduğu kadar ekonomik temelli çıkar çatışmaları üzerine kuruludur.
İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere, öncesinde devletler ekonomik çıkarları için silaha başvurabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkım, savaşı devletler arası mücadelenin dışına çıkardı. Ancak mücadele hiçbir zaman bitmedi, sadece boyut değiştirdi.
1838'de İngiltere ile yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması, Osmanlı'yı bir açık pazar haline getirdi. Açık pazara dönüşen Osmanlı, giderek üretimden uzaklaştı ve bir tüketim toplumuna dönüştü, bu da kötü gidişi daha da hızlandırdı.
Osmanlının batma sebepleri Galata bankerleri:
Sultanlar, çözümü Galata Bankerleri ve dünya çapında ünlü tefeci Rothschild ailesinden borç almakta buldular. Bankerler, büyük devletlerin garantisi ve denetimi olmaksızın yeni borç vermeye isteksizdiler; bu nedenle 1854'ten itibaren İngiltere ve Fransa gibi Avrupa devletleri sahneye çıktı. Her borç alışımızda yeni ödünler vermek zorunda kalıyorduk; 1856'da yabancı sermaye yatırımlarına izin verildi ve böylece yabancılar ülkede değerli ne varsa satın almaya başladılar. Bu da yetersiz kalınca, Osmanlı 1867'de yabancılara toprak satışına izin verdi. 1876'da II. Abdülhamit tahtta oturduğunda, devlet zaten iflas etmiş ve borç ödemelerini durdurmuştu.Osmanlı batma nedenleri Duyun-u umumiye:
Abdülhamit'in tahttan indirilme veya ruhi çöküntü bahanesiyle hapsedilme endişesi, finansal kaynak bulunamazsa bu sonun kaçınılmaz olduğu düşüncesini doğurmuştu. Bu endişeyle "Ulu Hakan", Batı'ya boyun eğdi ve 20 Aralık 1881'de Avrupalı alacaklılarla Duyunu Umumiye İdaresi'ni oluşturan Muharrem Kararnamesi'ni imzaladı.Doğu Rumeli'den elde edilen tuz, tütün, alkol, ipek, balıkçılık ve damga vergilerinin tahsilatı Duyunu Umumiye İdaresi'ne bırakıldı. Avrupalı devletler, Osmanlı'nın ana gelir kaynaklarını ele geçirdiklerinde, borç ödemelerini garanti altına alan bu denetim mekanizması sayesinde finansman musluklarını yeniden açtılar. Bu durum, II. Abdülhamit'in 1877'den 1908'e kadar olan dönemde tam 13 kez daha borç anlaşması imzalamasına yol açtı.
Her yeni borç, devletin durumunu daha da kötüleştirdi ve "Ulu Hakan"ın 33 yıllık iktidarında Osmanlı Devleti, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'yı içeren bugünkü Türkiye'nin iki katı büyüklüğünde toprak kaybetti.
Osmanlı'nın temel sorunu, bilim ve teknolojiyle bağını koparması ve bunun sonucunda yaşanan üretimsizlikti. Üretimsizlikten kaynaklanan dışa bağımlılık, kaybedilen savaşlar, artan vergiler, hayat pahalılığı ve enflasyon gibi sorunlar halkın omuzlarına yüklenmekteydi. Dayanılmaz şartlar altında, isyanlar patlak verir ve zaman zaman Yeniçeriler, halkın isyanlarına öncülük ederdi.
Osmanlı batma nedenleri, Osmanlı yönetim sistemi tek adam rejimiydi.
Meşrutiyet, yani meclisli yönetim denenmiş ancak başarısız olunca hızla tek adam rejimine geri dönülmüştü. Her ortaya çıkan krizde, halk doğal olarak sorumluluğu iktidardaki tek adama yüklüyordu. Tek adam, iktidarını korumak için zaman zaman bazı vezirlerini feda ederken, çoğu zaman tahtıyla birlikte hayatını kaybediyordu. Bu nedenle, özellikle II. Abdülhamit gibi padişahlar, ekonomik isyanları önlemek amacıyla sürekli borçlanmayı tercih etmişlerdi. İktidarda kalabilmek adına yapılan yeni borçlanmalar, krizi sadece ertelemekte ve borç yükü gelecek nesillere aktarılırken devlet giderek zayıflamaktaydı."Dış güçler den borç almak zorunda kalındığı için onlarla iyi ilişkiler kurmak ve dayatmalarına boyun eğmek gerekiyordu. Bu yüzden devlet, savaşmadan toprak kaybetmeye başlamıştı.
Kötü gidişat, dönemin en eğitimli kişileri olan din alimleri tarafından dinden uzaklaşmaya bağlanmıştı. Herkes, Müslümanların refah içinde yaşadığı Asr-ı Saadet'e geri dönmeyi arzuluyordu. Bu amaçla, Peygamber döneminin örf ve adetleri ile hukuk ve devlet düzenine dönülmesi gerektiği düşünülüyordu.
"Allah'ımız var" düşüncesiyle, daha çok dua edilerek sorunların çözüleceği sanılıyordu. İnsanlar, kendi hatalarını dua yoluyla Allah'a havale edip çözümü O'ndan bekliyorlardı. İslam dininin bu yanlış yorumu, halkı taassuba sürükleyerek toplumun bilim, eğitim ve üretimden kopmasına neden olmuştu.
Bu durumda, "dış güçler"den alınan borçlar verimli bir şekilde kullanılamamıştı. Paranın büyük bir kısmı önceki borçları ödemek için harcanıyordu. Geri kalan para ise, üretim odaklı yatırımlara yönlendirilemiyordu. Çünkü padişah, tahtını koruyabilmek için etrafında kendisini destekleyecek yandaşları beslemek zorundaydı.
Osmanlı batma nedenleri rüşvet, yolsuzluk, komisyon, adam kayırma, israf:
Rüşvet, yolsuzluk, komisyonculuk, adam kayırma ve israf, Osmanlı Devleti'nde hızla yayılmıştı. Devletin görkemini sergilemek için borçlanılarak Boğaz'da saraylar inşa ediliyor ve para adeta betona gömülüyordu. Sonuç olarak, azaltılması gereken borçlar, yeni borçlarla sürekli artıyor ve Osmanlı, borçlarının faizlerini ödeyemez hale geldiğinde iflas etti.Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Barış Antlaşması ile tarih sahnesinden çekildi. Sevr Barış Antlaşması'nda "Osmanlı Devleti" ifadesine yer verilmezken, tüm hükümlerde "Türkiye" ifadesi kullanılmıştır.
Genç Türkiye borç batağından nasıl çıktı:
Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğindeki bir grup kahraman, Anadolu halkının fedakarlıklarıyla Kurtuluş Savaşı'nı zaferle sonuçlandırarak, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'nun küllerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Lozan Antlaşması ile yabancılara tanınan imtiyazlardan ve kapitülasyonlardan kurtulduk. Gümrüklerimizi ve ticaretimizi kendi kontrolümüze aldık.Kalkınmamız için hayati öneme sahip olan bankaları ve demiryolları gibi stratejik kurumları millileştirdik.
Tarımsal üretimi artırarak gıda güvenliğini sağladık ve aç halkımızı doyurduk.
Olabildiğince az borçlanarak ve çocuklarımızın geleceğini ipotek altına almadan, Osmanlı'dan devraldığımız borçları ödemeye başladık.
Yeni sanayi yatırımlarıyla yerli ve milli üretime geçiş yaptık.
Ancak en önemli başarımız;
"Tek adam" yönetiminden kurtulmaktı. "Tek adam" rejimi, dış güçlere karşı en zayıf yönetim biçimiydi; tek bir kişinin kişisel çıkarları için taviz vermesi, tüm bir ulusu zayıflatabilirdi.
Atatürk, çözümü mecliste buldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın tüm kesimlerini temsil ederek, dış baskılara karşı direnişimizin en güçlü dayanağı oldu.
Ülke artık Cumhuriyet ile yönetiliyor, halk kendi kaderini belirleme hakkına sahipti. Atatürk'ün belirlediği ilkeler (6 Ok) etrafında kenetlenen halk, büyük bir azimle çalıştı. Hep birlikte toplumsal bir başarı elde ettik ve ülke, 15 yıl içinde yüz yıllık bir sıçrama yaptı. Fakat ne yazık ki bu parlak dönem, Atatürk'ün yaşamı ile sınırlı kaldı.
Menderes dönemi
Lord Curzon, Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü'ye, masada verdiklerini ekonomik zorluklar içindeyken geri alacaklarını söylemişti. Gerçekten de öyle oldu. İsmet İnönü, 1939'da İkinci Dünya Savaşı'nın başında güvenlik endişesiyle İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşması imzaladı ve savaş sonrasında Sovyet tehdidi altında ABD'ye yakınlaştı. 14 Şubat 1947'de Türkiye Dünya Bankası'na, 11 Mart 1947'de ise IMF'ye katıldı.Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla askeri, ekonomik ve eğitim alanlarında tavizler verilerek emperyalizme kapı aralandı ve Menderes Hükümetleri bu kapıdan hızla geçti.
Menderes döneminde Türkiye, ABD'nin sadık müttefiki olurken, aynı zamanda borç altında ezildi. 1956'da Rockefeller'ın ABD Başkanı Eisenhower'a yazdığı mektupta Türkiye'nin "oltada yakalanmış balık" olduğunu ve bu nedenle yem ihtiyacının olmadığını belirtmesiyle borç para akışı kesildi ve Türkiye, Osmanlı dönemindeki gibi yeniden para krizine sürüklendi. Menderes'in para bulmak için Sovyetlere yönelmesi, yaşanan ekonomik kriz ve otoriterleşmenin yarattığı memnuniyetsizlik, 1960 darbesiyle sonuçlandı.
Türkiye, Menderes'le birlikte emperyalizmin oltasına bir kez daha takıldıktan sonra bir daha kurtulamadı. Dünya devletler arasındaki ilişkiler, siyasi olduğu kadar ekonomik temelli çıkar çatışmaları üzerine kuruludur.
İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere, öncesinde devletler ekonomik çıkarları için silaha başvurabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkım, savaşı devletler arası mücadelenin dışına çıkardı. Ancak mücadele hiçbir zaman bitmedi, sadece boyut değiştirdi.
Günümüzdeki mücadelede, savaşı kaybettiğinizi ve yenildiğinizi yaşanan ekonomik krizlerle anlıyorsunuz. Her ekonomik kriz sonrası galipler, Osmanlı'ya yapılanların benzeri olarak, ekonomik krizden çıkışın reçetesi altında bir barış anlaşmasını önünüze koyuyorlar. Bu reçeteyle sizden koparılanlar oluyor.
Böylece, Cumhuriyet tarihinin devletçilik dönemi sona erdi. 1996 yılında, dönemin başbakanı Tansu Çiller, Avrupa Birliği'ne girmiş gibi Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladı ve gümrük duvarlarımız delindi.
24 Ocak kararları ve Gümrük Birliği, 2001 yılında yaşanan ciddi ekonomik krizin temellerini oluşturdu. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında yaşanan anayasa kitapçığı fırlatma olayı, Türkiye'nin 2001 yılında bir ekonomik savaşta daha yenildiğini kabul etmesine neden oldu. IMF adına Kemal Derviş geldi ve Türkiye'ye 15 adet yasa ile gönderildi:
- Uluslararası Tahkim Yasası
- Merkez Bankası Yasası
- Bankacılık Yasası
- Telekom Yasası
- Şeker Yasası
- Tütün Yasası gibi;
Bu yasalar, vatandaşı ve üreticiyi dış güçler karşısında zayıflatırken, aynı zamanda onların önünü açtı. Ancak Atatürk'ün mirasının etkisiyle Türkiye'de hâlâ direniş gösteren odaklar vardı.
Türkiye'de yapılan kamuoyu yoklamaları, milliyetçi-muhafazakâr eğilimdeki İslamcı oyların artışını gösteriyordu. Millî Görüş çizgisindeki bir hükümetin gelecekte tek başına iktidara gelme ihtimali, dış güçler için ciddi bir endişe kaynağıydı.
Erbakan'ın liderliğindeki Millî Görüş, sadece ABD'ye karşı değil, aynı zamanda Avrupa Birliği (AB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve küresel sermayeye de karşı çıkıyordu. Milli ekonomi yanlısı bir tutum sergiliyordu. Erbakan, siyasal İslam'ın etkisinde olmasına rağmen, Atatürk'ün talimatıyla yazılan Lise Tarih Kitabı'ndan eğitim almış, Osmanlı'nın çöküş nedenlerini ve Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu bilen bir liderdi. Böyle bir yönetimin yeniden iktidara gelmesi, dış güçlerin Türkiye'yi bir sonraki ekonomik savaşta yenilgiye uğratma planlarını zorlaştırabilirdi. Ayrıca, Erbakan'ın Gülen Hareketi'ni onaylamaması, FETÖ'nün Türkiye'deki faaliyetlerini sınırlayacaktı.
Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller, 1990'ların başından itibaren "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalışmaktaydı. Fuller, Ortadoğu'da anti-Amerikan radikal İslamcı hareketleri engellemenin ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemek yerine, radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sisteme entegre edecek ve onları dönüştürecek bir yaklaşım benimsemek olduğunu savunuyordu. Fuller ayrıca, 1990 yılında Kemalizm'in artık geçerliliğini yitirdiğini ve piyasacı-küreselleşmeci İslam'ın ön plana çıkması gerektiğini öne sürmüştü.
Türkiye de devletçiliğin sonu:
Türkiye, 1970'lerde sürekli ekonomik krizlerle mücadele etti. 1980 öncesinde bir ekonomik savaşı daha kaybettik ve galip taraf, 24 Ocak kararlarını önümüze koydu. Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak kararları, ancak 12 Eylül 1980 Darbesi'nin yarattığı baskıcı ortamda uygulanabildi. Devlet korumasının (sübvansiyonların) tarım ve diğer stratejik sektörlerden çekilmesi ve yapılan devalüasyonla varlıklarımızın %32,7 oranında ucuzlaması, 'kapitalist sisteme entegrasyon' yalanıyla emperyalizme sunuldu.Böylece, Cumhuriyet tarihinin devletçilik dönemi sona erdi. 1996 yılında, dönemin başbakanı Tansu Çiller, Avrupa Birliği'ne girmiş gibi Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladı ve gümrük duvarlarımız delindi.
24 Ocak kararları ve Gümrük Birliği, 2001 yılında yaşanan ciddi ekonomik krizin temellerini oluşturdu. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında yaşanan anayasa kitapçığı fırlatma olayı, Türkiye'nin 2001 yılında bir ekonomik savaşta daha yenildiğini kabul etmesine neden oldu. IMF adına Kemal Derviş geldi ve Türkiye'ye 15 adet yasa ile gönderildi:
- Uluslararası Tahkim Yasası
- Merkez Bankası Yasası
- Bankacılık Yasası
- Telekom Yasası
- Şeker Yasası
- Tütün Yasası gibi;
Bu yasalar, vatandaşı ve üreticiyi dış güçler karşısında zayıflatırken, aynı zamanda onların önünü açtı. Ancak Atatürk'ün mirasının etkisiyle Türkiye'de hâlâ direniş gösteren odaklar vardı.
Emperyalizmin önünde iki engel Ecevit ve Erbakan:
Siyaset sahnesinde, o dönem Altı Ok'un temsilcisi olan Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP) ve Millî Görüş geleneğinden gelen Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi (RP), emperyalizme karşı siyasi engeller olarak görülüyordu. Bürokraside ise, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı'da görev yapan vatansever personel, savunma alanında önemli bir direnç noktası oluşturuyordu. Savunmanın en son hattında ise Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bulunuyordu.Türkiye'de yapılan kamuoyu yoklamaları, milliyetçi-muhafazakâr eğilimdeki İslamcı oyların artışını gösteriyordu. Millî Görüş çizgisindeki bir hükümetin gelecekte tek başına iktidara gelme ihtimali, dış güçler için ciddi bir endişe kaynağıydı.
Erbakan'ın liderliğindeki Millî Görüş, sadece ABD'ye karşı değil, aynı zamanda Avrupa Birliği (AB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve küresel sermayeye de karşı çıkıyordu. Milli ekonomi yanlısı bir tutum sergiliyordu. Erbakan, siyasal İslam'ın etkisinde olmasına rağmen, Atatürk'ün talimatıyla yazılan Lise Tarih Kitabı'ndan eğitim almış, Osmanlı'nın çöküş nedenlerini ve Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu bilen bir liderdi. Böyle bir yönetimin yeniden iktidara gelmesi, dış güçlerin Türkiye'yi bir sonraki ekonomik savaşta yenilgiye uğratma planlarını zorlaştırabilirdi. Ayrıca, Erbakan'ın Gülen Hareketi'ni onaylamaması, FETÖ'nün Türkiye'deki faaliyetlerini sınırlayacaktı.
Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller, 1990'ların başından itibaren "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalışmaktaydı. Fuller, Ortadoğu'da anti-Amerikan radikal İslamcı hareketleri engellemenin ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemek yerine, radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sisteme entegre edecek ve onları dönüştürecek bir yaklaşım benimsemek olduğunu savunuyordu. Fuller ayrıca, 1990 yılında Kemalizm'in artık geçerliliğini yitirdiğini ve piyasacı-küreselleşmeci İslam'ın ön plana çıkması gerektiğini öne sürmüştü.
Ilımlı İslam tarih sahnesinde:
Türkiye'deki sol laik partiler Atatürkçülükten koparılıp Milliyetçi-muhafazakâr partiler ise Batı'ya uşak haline getirilip. Atatürkçülükten uzaklaştırılarak emperyalizmin hizmetine sokulmaları amaçlanıyordu. Erbakan, bu niyeti "ılımlı Müslüman" kavramıyla açıklamaya çalışmıştı. Sonuç olarak, Erbakan liderliğindeki RP-DYP koalisyonu 28 Şubat darbesiyle, Ecevit liderliğindeki DSP-MHP-ANAP koalisyonu ise 2001 krizi sayesinde devrildi.AKP Dönemi başlıyor:
AKP, "dış güçlerle" uyumlu çalışacağına söz veren kadrolar tarafından, ılımlı İslam ekseninde, bir proje partisi olarak kuruldu ve iktidara getirildi. AKP, kendi önündeki engelleri yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı. TSK, milli menfaatleri ve ülke güvenliğini gerekçe göstererek Hükümete sert muhalefet yapıyordu. AKP, FETÖ ile işbirliği yaparak TSK'daki ulusal güvenlik konusunda hassas duruş gösteren askerleri sistemden uzaklaştırdı. Benzer bir operasyon yargı kurumlarına da yapıldı. Böylece ülkede hükümeti denetleyebilecek bağımsız yargı ortadan kalkmış oldu.
Irak'da Barzani hükümeti: Barzani, referandumla bağımsızlığını ilan etti. Irak ve İran ile işbirliği sayesinde şimdilik zor bela bağımsız Barzanistan'ın önü kesilebildi. Benzer bir hatayı Libya'da yaptı. Kıbrıs Barış Harekatı'nda en büyük destekçimiz olan Kaddafi'ye ihanet ederek Libya'nın parçalanma operasyonu NATO'nun İzmir'deki karargahından idare edilmesine izin verdi. Libya ile olan tarihi bağlarımızı kopardı.
2004 yılında yürürlüğe giren 5177 sayılı kanunla yabancıların maden çıkarması serbest bırakıldı. Artık yabancı gerçek kişiler ve yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip yabancı şirketler de tapu sahibi olabiliyor. Yabancı şirketler, Tüpraş, Telekom, bankalar, maden alanları, limanlar, enerji tesisleri ve derelerin tapularını alabiliyorlar. Bugüne kadar yabancı şirketler, Türkiye'nin yüzölçümünün %17'sine tekabül eden 150 bin kilometrekarelik maden alanı işletme hakkına sahip oldu ve 2002-2011 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı 18,4 milyon metrekareyi buldu
Erdoğan'ın Seçimle gelen TBMM Darbesi:
Erdoğan, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) yetkilerini elinden aldı. 24 Haziran seçimleriyle Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçildi ve TBMM işlevsel açıdan tamamen etkisiz hale geldi. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ülkeyi tek başına yönetebiliyor. Böylece Osmanlı'nın "tek adam" sisteminin günümüz versiyonu hayata geçmiş oldu. Ülkede denge ve fren mekanizması kalmadı. Erdoğan, kendi önündeki engelleri kaldırdığını zannederken aslında emperyalizmin önündeki engelleri kaldırıyor.BOP Projesi Erdoğan ile start alıyor:
Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eş başkanı olarak yanlış dış politikalar izlemeye başladı. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgaline ve parçalanmasına yardımcı oldu. Irak'ı kaybedince Musul-Kerkük petrollerinden faydalanmak için Barzani'ye sarıldı.Irak'da Barzani hükümeti: Barzani, referandumla bağımsızlığını ilan etti. Irak ve İran ile işbirliği sayesinde şimdilik zor bela bağımsız Barzanistan'ın önü kesilebildi. Benzer bir hatayı Libya'da yaptı. Kıbrıs Barış Harekatı'nda en büyük destekçimiz olan Kaddafi'ye ihanet ederek Libya'nın parçalanma operasyonu NATO'nun İzmir'deki karargahından idare edilmesine izin verdi. Libya ile olan tarihi bağlarımızı kopardı.
Tek adamın en büyük hatası Suriye:
Erdoğan'ın Suriye politikası ağır hatalarla dolu olmuştur. Suriye'nin parçalanmasına destek vermiş, PKK kantonlarının oluşmasına izin vermiş ve 10 milyona yakın mülteciyi ülkeye kabul etmek zorunda kalmıştır. Tüm bu hatalar Türk ekonomisine ağır yük bindirmiştir.Erdoğan ve açılım süreci:
Erdoğan, PKK ile açılım sürecini başlatarak büyük bir hata yaptı. Bu süreçte PKK'nın şehirlerde güçlenmesine göz yumuldu. PKK, Suriye'nin kuzeyinde kantonlaşma sürecini Türkiye'de de başlatmak istedi ancak güvenlik güçlerinin çabasıyla bastırıldı. Erdoğan, iç ve dış politikada yaptığı hatalardan sonra Avrasya'ya yöneldi, ancak FETÖ tarafından 17-25 Aralık 2013'te "Yargı Darbesi" ve 15 Temmuz 2016'da askeri darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı. Erdoğan, darbe girişimini savuşturarak kahraman oldu ve önceki hatalarının unutulmasını sağladı.Türkiye'yi batma nokrasına götürecek olan Sıcak paraya bağımlılıktır.
Erdoğan'ın en büyük hatası ekonomi yönetimindeydi. Denetim mekanizmalarından kurtulurken, emperyalizmin önerdiği ultra-neo-liberal politikaları uygulamaya başladı. Özelleştirme adı altında kamu varlıkları yandaşlara ve yabancılara devredildi. Üretimden kopan ekonomi, tüketime dayalı hale geldi. Borçlanma ve inşaat sektörüne yönelindi. Ekonomi dış kaynaklı sıcak paraya bağımlı hale geldi ve her kriz döneminde kaçınılmaz oldu. Erdoğan'ın iktidarı da dışarıdan bulacağı paraya bağımlı hale geldi, ülkede her şey satılıktı.Erdoğan iktidarında toprak satışı:
Atatürk, Osmanlı Devleti'nin Batı kaynaklı felaketlerinden ders alarak Türkiye Cumhuriyeti'nde yabancıya toprak satışını son derecede zorlaştırmıştı. 1924 yılında çıkarılan köy kanunu ile yabancıların köylerde arazi ve emlâk almaları yasaklanmıştı. Erdoğan ise 2005 yılında Tapu Kanunu'nda yaptığı değişiklikle yabancılara toprak satış limitini 2.5 hektardan 30 hektara (300 dönüm) çıkarmıştı.2004 yılında yürürlüğe giren 5177 sayılı kanunla yabancıların maden çıkarması serbest bırakıldı. Artık yabancı gerçek kişiler ve yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip yabancı şirketler de tapu sahibi olabiliyor. Yabancı şirketler, Tüpraş, Telekom, bankalar, maden alanları, limanlar, enerji tesisleri ve derelerin tapularını alabiliyorlar. Bugüne kadar yabancı şirketler, Türkiye'nin yüzölçümünün %17'sine tekabül eden 150 bin kilometrekarelik maden alanı işletme hakkına sahip oldu ve 2002-2011 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı 18,4 milyon metrekareyi buldu
Arap sermayesine muhtaç bırakılan Türkiye:
Arap sermayesine bağımlı hale geldik, ülkemizin toprakları Araplar tarafından işgal edilmeye başlandı. Erdoğan'ın tarım politikaları nedeniyle Türkiye artık kendi kendine yeten bir ülke değil, temel gıda ürünlerini ithal etmek zorunda. Ekonomik kriz nedeniyle ülkenin dış borcu üç kat artarak 453,2 milyar dolara ulaştı, dolar 30 TL'yi geçti ve enflasyon kontrolden çıktı.
Erdoğan'ın dış güçler masalı:
Erdoğan, ekonomik krizin dış güçlerin saldırısından kaynaklandığını iddia ederek sorumluluğu başkalarına yıkmaya çalışmaktadır. Ancak gerçekte Türkiye, üretimden koparak tüketim toplumuna dönüşmesi nedeniyle tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşamaktadır. Enflasyon, işsizlik, yoksullaşma ve ekonomik durgunluk gibi sorunlar hayatlarımızı olumsuz etkilemektedir. Erdoğan, yenilgisinin farkında değildir ve ekonomik krizin geçici kur dalgalanmalarından kaynaklandığını düşünmektedir.
Türkiye'de ekonomik kriz bitti mi?
Ülke ekonomisi sağlam temeller üzerine kurulmadığı için kriz derinleşerek devam edecek. Erdoğan, siyasi geleceğini kurtarmak için yeni borçlar bulmak zorunda kalacak ve bu borçları gelecek kuşaklara aktaracak. İktidarı kaybettiğinde ise geçmiş icraatları sorgulanacak. Türkiye, küresel sermayenin dayatmalarına boyun eğmek zorunda kalacak. Yabancı sermayenin istedikleri gibi reel sektöre yatırım yapmasına karşı değiliz, ancak ucuzlayan varlıklarımıza el koymaları ve iş adamlarımızın iflas etmesi, işçilerimizin ve köylülerimizin yabancı şirketlerde sömürülmesi kabul edilemez. Ülke olarak çok tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyoruz.Kriz sebebi ile daha da otokratikleşen Bir Erdoğan:
Bir kişinin kendi geleceği için taviz vermesi, bir ülkeyi dize getirebilir. Ekonomik krizle birlikte siyasi kriz de söz konusu. Ekonomik krizin yarattığı yokluk ve çaresizlik, toplumsal hareketleri tetikleyecektir. Bu süreçte Erdoğan'ın daha da otoriterleşme ihtimali yüksektir. Erdoğan, kendisine destek olmayanları "vatan hainliği" ile suçlayabilir. Ülke, bu gerilimli ortamda iç karışıklığa sürüklenebilir. Erdoğan'ın Türkiye'yi düze çıkarması mümkün gözükmemektedir. 22 yıllık icraatın sonunda bu noktaya gelinmişse, bundan sonra da bir şeylerin değişeceğini ummak akıllıca olmaz. Kişinin işi, sözlerine bakılmaz.Erdoğan iktidarını nasıl koruyor.
Erdoğan'ın 13 seçim kazanmasının temel nedenleri; karizması, medya kontrolü, tarikat ve cemaatler ile muhalefet yokluğudur. Ekonomik krizlerden çıkış ve altyapı yatırımları dar gelirli seçmeni Erdoğan ile özdeşleştirmiştir. Erdoğan'ın yaptığı hatalar göz ardı edilmiş, Her seçim zaferi iktidarın denetimden kopmasına yol açmıştır.Türkiye'de medya kontrolü.
Erdoğan, medyayı kontrol altına alarak muhalif sesleri kıstı ve vatandaşların farklı görüşlere ulaşmasını engelledi. Ayrıca, diğer siyasetçilerin yapmadığı şekilde her gün en az bir yerde konuşma yaparak, hazırlanan konuşma metinlerini okuyarak, kalabalıkları büyüledi ve yenilmez bir kahraman imajı yarattı. Buna ek olarak, hakkında yazılan her şeye dava açması ve yazarları işten çıkartması, muhalif kesimin oto-sansür uygulamasına neden oldu.Tarikat ve cemaatlerin katkısı.
Erdoğan, namaz kılan bir liderdi ve bu halkın hoşuna gitmişti. Tarikat ve cemaatler, Erdoğan'ın liderliğinde büyük bir hareket serbestisi yakaladılar. Artan imam hatip okulları sayesinde kadrolarını genişletiyorlardı. Tarikat ve cemaatlere göre Erdoğan, desteklenmesi gereken bir Osmanlı idi. Atatürk'ün şeriatı ve hilafeti kaldırması, tarikat ve cemaatlerin din anlayışına göre çok büyük bir hataydı. Dış güçler, Atatürk sembolüne saldırılmasını istismar ederek, Orta Asya kaynaklı bir Türk tarikatı Nakşibendiliğin içine sızmayı başarmıştı. Böylece Atatürk'ün emperyalizmle mücadelesi ve Batı'nın karşısında dimdik durması unutturuldu. Bu süreçte, Atatürk'ü karalayan kitaplar çıkmaya başladı. Cumhuriyet karşıtları aniden kahraman ilan edildi.Sonuçta Atatürk'e "20'nci yüzyılın gördüğü en büyük şeytan" diyen öğretmenler ortaya çıktı.
Bu zavallılar Atatürk'e küfür ettiklerini sanırken aslında kendi milletine, kendi devletine küfür ettiğinin, emperyalizmin uşağı olduğunun farkında bile değildi.
Televizyonlar Osmanlı dizileri ile Osmanlı'nın büyüklüğünü vurgulamaya başladı. Örneğin Payitaht dizisinde II. Abdülhamit'in büyük bir lider olarak gösterildiği ancak hatalarından hiç bahsedilmedi, Türkiye'nin 2 katı büyüklüğündeki toprağın nasıl kaybedildiği sorgulanmadı ve "Ulu Hakan"ın milletin topraklarını Yahudilere bile sattığı ifade edilmedi.
II. Abdülhamit, Bağdat-Berlin demiryolu yapımı için rayların geçtiği alanın sağ ve sol yanındaki toprakların mülkiyetini ve buralardan çıkan kaynakların işletim haklarını yabancılara vermişti. Ulu Hakan döneminde demiryolları, madenler, bankalar, su, hava gazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel, sanayi kuruluşları, limanlar ve ticaretle ilgili her şey imtiyazlı yabancı şirketlere devredilmişti. Payitaht Dizisi bu hataları kamufle ediyor ve Erdoğan'ın yaptığı benzer hataların görülmesini engelliyordu.
Nakşibendiler Osmanlı'ya benzemeyi çok istiyordu ve sonunda buna kavuştular. Cumhuriyet bir anlamda ortadan kalktı, tek adam sistemine geri dönüldü ve ülkenin ekonomik durumu Osmanlı'nın son dönemlerini andırıyor.
Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde partideki dönüşüm ivme kazandı. CHP, YENİ CHP projesi aracılığıyla Batı tipi bir sosyal demokrat partiye evrilirken, "6 OK" köklerinden uzaklaştı ve milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerden oy kazanma çabası, bu oyların asıl sahibi olan AKP'ye kalmasına neden oldu. HDP'nin meclise girmesinin AKP'yi koalisyona zorlayacağı düşüncesi yanılgılıydı. PKK'nın etkisinden kurtulamayan bir partiye oy verilmesi teşvik edildiğinde, AKP'den ayrılması beklenen oylar ya yerinde kaldı ya da MHP'ye geçti.
Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde, CHP'nin giderek bir kimlik partisine dönüştüğü düşüncesi halk arasında yaygınlaşmaya başladı. Kılıçdaroğlu'nun başlattığı YENİ CHP projesi başarısız oldu. Kılıçdaroğlu, dokuz yılda dokuz seçim kaybetmesine rağmen, bütün kongreleri kazanarak liderlik koltuğunu korumayı başardı.
CHP, sıradan vatandaşlardan iş çevrelerine kadar geniş bir kesimin haklarını temsil ediyordu. CHP'nin kayıpları aslında bu geniş kesimin kaybıydı. CHP yöneticileri, İngiltere Muhafazakâr Partisi'nin benzer durumda yaptığı gibi Kılıçdaroğlu'na aynısını yapamadılar, ya da Kılıçdaroğlu, cömertçe koltuğunu başkasına bırakmadı. CHP'nin seçimleri kaybetmesiyle, seçmenin güveni ve kazanma inancı azaldı. Nihayetinde, seçmen duygusal olarak partiden uzaklaştı.
Taksiciler, berberler, esnaf ve çarşı pazar herkesle konuştuğunuzda aynı şeyleri işitiyorsunuz; "Abi kime oy verelim?" diye soruyorlar. Erdoğan'dan umutlarını kesmişler. Eğer bir umut ışığı görseler, ona sıkı sıkıya sarılacaklar. Hatta Erdoğan'ın yakın çevresi de durumun ciddiyetinin farkında.
Hem dış hem de iç politikadaki hatalar ile ekonominin yanlış yönetilmesinin ülkeyi uçurumun kenarına getirdiği görülüyor. Ancak hiç kimsenin lider hakkında konuşmaya cesareti yok; herkes korkuyor.
Öte yandan, Erdoğan'ın çevresi yavaş yavaş boşalıyor ve kendisi de ciddi bir endişe içinde. Artık hiç kimseye güvenmiyor. Otoriter yönetimler zor zamanlarda genellikle aynı çözümlere başvurur. Osmanlı İmparatorluğu da son günlerinde güveni damatlara bırakmıştı. Acil çözümler gerekmektedir; Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük krizle yüz yüze. Erdoğan, 20 yıllık yönetiminin en zayıf dönemini yaşıyor ve iktidarda kalmak için her yolu deneyebilir.
Bu dönemde daha ne tür tavizler verileceğini, nelerin satılacağını veya satılmayacağını hep birlikte göreceğiz. Aslında satılacak pek bir şey kalmadı. Yeni borçlar alarak krizi geçiştirmek, Osmanlı'da olduğu gibi devleti hasta adam pozisyonuna düşürebilir. Atatürk'ün belirlediği çözüm yolu olan 6 Ok'a geri dönüşten başka bir çare görünmüyor. Kendi kaynaklarımızla ayakta durmak zorundayız.
Bu nedenle, siyasi yelpazenin sol kanadında Yeni CHP'yi bir kenara bırakıp, YENİDEN CHP'yi kurmalıyız. Siyasi yelpazenin sağ kanadında ise, içinde ABD bağlantılı finansörlerin bulunmadığı, tamamen milli bir partiye ihtiyaç var.
Sonuç:
Erdoğan döneminin sona ermesi ve devletin temellerinin daha fazla zarar görmemesi gerekmektedir. Tek adam rejimi sonlandırılarak TBMM'nin yeniden işlevsel hale getirilmesi önemlidir. Cumhuriyetin yeniden kurulması için herkesin seçimlerde bu hedefi göz önünde bulundurarak oy vermesi gerekir. En önemlisi ise tarihten ders almaktır. Vatandaşın deyimiyle, tecrübe yenmiş kazıkların toplamıdır. Yediğimiz kazıkları iyi bilmediğimiz sürece daha çok kazık atan çıkabilir. Çözüm ise zaferleri değil, yenilgileri bilmekten geçmektedir.
Bu zavallılar Atatürk'e küfür ettiklerini sanırken aslında kendi milletine, kendi devletine küfür ettiğinin, emperyalizmin uşağı olduğunun farkında bile değildi.
Televizyonlar Osmanlı dizileri ile Osmanlı'nın büyüklüğünü vurgulamaya başladı. Örneğin Payitaht dizisinde II. Abdülhamit'in büyük bir lider olarak gösterildiği ancak hatalarından hiç bahsedilmedi, Türkiye'nin 2 katı büyüklüğündeki toprağın nasıl kaybedildiği sorgulanmadı ve "Ulu Hakan"ın milletin topraklarını Yahudilere bile sattığı ifade edilmedi.
II. Abdülhamit, Bağdat-Berlin demiryolu yapımı için rayların geçtiği alanın sağ ve sol yanındaki toprakların mülkiyetini ve buralardan çıkan kaynakların işletim haklarını yabancılara vermişti. Ulu Hakan döneminde demiryolları, madenler, bankalar, su, hava gazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel, sanayi kuruluşları, limanlar ve ticaretle ilgili her şey imtiyazlı yabancı şirketlere devredilmişti. Payitaht Dizisi bu hataları kamufle ediyor ve Erdoğan'ın yaptığı benzer hataların görülmesini engelliyordu.
Nakşibendiler Osmanlı'ya benzemeyi çok istiyordu ve sonunda buna kavuştular. Cumhuriyet bir anlamda ortadan kalktı, tek adam sistemine geri dönüldü ve ülkenin ekonomik durumu Osmanlı'nın son dönemlerini andırıyor.
Bu gün Türkiye'de muhalefet partisi yoktur.
Maalesef, bu süreçte en büyük destek muhalefet partilerinden geldi; umut vadeden bir politika veya yol gösterici bir lider ortaya çıkaramadılar. Devlet Bahçeli'nin, her zor durumda Erdoğan'a destek olan MHP'si üzerinde tartışmaya gerek yok. Bahçeli, "Cumhur İttifakı'na katılarak Erdoğan'ın tüm politik mirasını benimsemiş durumda. CHP'ye gelince, dönüşümü Cumhurbaşkanlığı vaadiyle Erdoğan'ın önünü açan Deniz Baykal başlattı. Ardından bir gladyo (FETÖ) operasyonuyla (kaset skandalı) Baykal'ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçti.Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde partideki dönüşüm ivme kazandı. CHP, YENİ CHP projesi aracılığıyla Batı tipi bir sosyal demokrat partiye evrilirken, "6 OK" köklerinden uzaklaştı ve milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerden oy kazanma çabası, bu oyların asıl sahibi olan AKP'ye kalmasına neden oldu. HDP'nin meclise girmesinin AKP'yi koalisyona zorlayacağı düşüncesi yanılgılıydı. PKK'nın etkisinden kurtulamayan bir partiye oy verilmesi teşvik edildiğinde, AKP'den ayrılması beklenen oylar ya yerinde kaldı ya da MHP'ye geçti.
Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde, CHP'nin giderek bir kimlik partisine dönüştüğü düşüncesi halk arasında yaygınlaşmaya başladı. Kılıçdaroğlu'nun başlattığı YENİ CHP projesi başarısız oldu. Kılıçdaroğlu, dokuz yılda dokuz seçim kaybetmesine rağmen, bütün kongreleri kazanarak liderlik koltuğunu korumayı başardı.
CHP, sıradan vatandaşlardan iş çevrelerine kadar geniş bir kesimin haklarını temsil ediyordu. CHP'nin kayıpları aslında bu geniş kesimin kaybıydı. CHP yöneticileri, İngiltere Muhafazakâr Partisi'nin benzer durumda yaptığı gibi Kılıçdaroğlu'na aynısını yapamadılar, ya da Kılıçdaroğlu, cömertçe koltuğunu başkasına bırakmadı. CHP'nin seçimleri kaybetmesiyle, seçmenin güveni ve kazanma inancı azaldı. Nihayetinde, seçmen duygusal olarak partiden uzaklaştı.
Taksiciler, berberler, esnaf ve çarşı pazar herkesle konuştuğunuzda aynı şeyleri işitiyorsunuz; "Abi kime oy verelim?" diye soruyorlar. Erdoğan'dan umutlarını kesmişler. Eğer bir umut ışığı görseler, ona sıkı sıkıya sarılacaklar. Hatta Erdoğan'ın yakın çevresi de durumun ciddiyetinin farkında.
Hem dış hem de iç politikadaki hatalar ile ekonominin yanlış yönetilmesinin ülkeyi uçurumun kenarına getirdiği görülüyor. Ancak hiç kimsenin lider hakkında konuşmaya cesareti yok; herkes korkuyor.
Öte yandan, Erdoğan'ın çevresi yavaş yavaş boşalıyor ve kendisi de ciddi bir endişe içinde. Artık hiç kimseye güvenmiyor. Otoriter yönetimler zor zamanlarda genellikle aynı çözümlere başvurur. Osmanlı İmparatorluğu da son günlerinde güveni damatlara bırakmıştı. Acil çözümler gerekmektedir; Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük krizle yüz yüze. Erdoğan, 20 yıllık yönetiminin en zayıf dönemini yaşıyor ve iktidarda kalmak için her yolu deneyebilir.
Bu dönemde daha ne tür tavizler verileceğini, nelerin satılacağını veya satılmayacağını hep birlikte göreceğiz. Aslında satılacak pek bir şey kalmadı. Yeni borçlar alarak krizi geçiştirmek, Osmanlı'da olduğu gibi devleti hasta adam pozisyonuna düşürebilir. Atatürk'ün belirlediği çözüm yolu olan 6 Ok'a geri dönüşten başka bir çare görünmüyor. Kendi kaynaklarımızla ayakta durmak zorundayız.
Bu nedenle, siyasi yelpazenin sol kanadında Yeni CHP'yi bir kenara bırakıp, YENİDEN CHP'yi kurmalıyız. Siyasi yelpazenin sağ kanadında ise, içinde ABD bağlantılı finansörlerin bulunmadığı, tamamen milli bir partiye ihtiyaç var.
Sonuç:
Erdoğan döneminin sona ermesi ve devletin temellerinin daha fazla zarar görmemesi gerekmektedir. Tek adam rejimi sonlandırılarak TBMM'nin yeniden işlevsel hale getirilmesi önemlidir. Cumhuriyetin yeniden kurulması için herkesin seçimlerde bu hedefi göz önünde bulundurarak oy vermesi gerekir. En önemlisi ise tarihten ders almaktır. Vatandaşın deyimiyle, tecrübe yenmiş kazıkların toplamıdır. Yediğimiz kazıkları iyi bilmediğimiz sürece daha çok kazık atan çıkabilir. Çözüm ise zaferleri değil, yenilgileri bilmekten geçmektedir.
2 yorum
Tam bir antiemperyalist bir bakış aç8sı ile yayınlanan bu yazı , teslimeyetçilik ile nasıl suçlanabilirki .
Bediüzzaman cumhuriyetçi sözünüze binaen , bir müddet okuyucu grubun sohbetlerinde bulundum , çevremde çok sayıda Nurcu dostum var , bu görüşünüze de asla katılmadığımı bilmeniz ister , eleştiride olsa karşı fikir beyanlarınıza saygı duyar , hürmetler sunarım .